17 Ağustos 2012 Cuma

Mü’mindeki Dört Zaaf

Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) ümmetinin zayıf noktalarını çok iyi bildiğinden, zaman zaman çeşitli ikaz ve tembihlerde bulunmuşlardır. Bu hususta dikkat çeken ikazlardan biri de şöyledir:

أخْشىَ ماَخَشِيْتُ عَلىَ اُمَّتِى كِبَرُ البَطْنِ وَمُداَوَمَةُ النَّوْمِ وَاْلكَسَلُ وَضَعْفُ الْيَقِينِ

“Ümmetim hakkında korktuğum şeylerin en korkuncu (tehlikelisi) şunlardır:

  • Karın büyüklüğü (göbek bağlamak),

  • Çok uyku, (maddi ve manevî)

  • Tembellik ve

  • Yakîn (iman) zayıflığıdır.”

Görüldüğü gibi burada sayılan hususlar birbirleriyle bağlantılı olarak zikredilmiştir. Böylece hadiste müslümanlar, gaflete, tembelliğe ve iman zayıflığına karşı devamlı uyanık tutulmaya çalışılmıştır.

Nitekim Hz. Ali (r.a) de insanların dünyevî gafletine şöyle işaret etmişlerdir: “İnsanlar uykudadır (gaflettedir), ancak öldükleri zaman uyanırlar (hakikati anlarlar)”

Şu halde günümüzde Müslümanlar da bu konularda daha dikkatli olmalı ve gaflete düşmemelidir. İkaz edilen dört hususu kısaca şöyle açıklayabiliriz:

 1. Karın Büyüklüğü (كِبَرُ البَطْنِ):

Öncelikle hadiste dikkat çekilen şişmanlık değil, “göbek bağlamak” anlamındaki oburluktur. Dolayısıyla karın büyüklüğü ile, kendini gaflete salıp çok yiyen, yeme ve içmeyi hayatın gayesi edinen belki böylece şişman olan insanlar kastedilmektedir.

Zira Peygamberimiz böyle yaşayan kimseler için dünya ve ahiret hayatları adına endişe duymuşlardır. Şu halde bir insanın hayatında yeme ve içme gaye olmuşsa, onda ahiret hayatı adına bir hazırlık beklemek de zordur.

Nitekim Peygamberimiz “Ademoğlu karnından daha kötü bir kap doldurmamıştır. Oysa ki Ademoğlu için belini doğrultacak birkaç lokma yeterlidir. Şayet mutlaka yemesi gerekiyorsa, o zaman (midesinin) üçte birini yemek, üçte birini su, üçte birini de nefes için ayırsın” buyurmuşlardır.

Hz. Ömer “Çok yeme içmeden sakının! Zira o, bünyenizi hastalandırır, korkaklığı artırır ve ibadetlerinizde tembelleştirir” şeklinde ikaz etmiştir.

Hz. Ali (r.a) da “Eğer karnın doymuyor ve obur isen, kendini müzmin hastalardan say” demiştir.

Ebu Hureyre (r.a) şöyle bir olay anlatır: Bir defasında Hz. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) henüz Müslüman olmamış Cahcah el-Gıfarî isimli bir kişiyi misafir etmişti. Misafir olması hasebiyle onun için bir keçinin sağılmasını emretti. Keçi sağıldı, misafir sütü içti fakat doymayınca bir daha keçi sağıldı yine doymayınca tam yedi keçinin sütü sağıldı. Adam yatıp sabah olunca, Müslüman oldu. Hz. Peygamber sabah misafire bir keçi sağılmasını emretti. Adam sütü içti, ikinci bir keçinin sütü getirildi, fakat içemedi. Bunun üzerine Peygamberimiz “Mü’min bir mideyle (bir kişilik) yer (içer), kâfir ise yedi kişilik yer (içer)” buyurdular.

Abdullah b. Amr (r.a) şöyle nakleder: Hz. Peygamber’e yedi kişi gelmişti. Ashab’dan her biri bir adam götürdü. Resulüllah da bir adam götürdü. Ona ismini sordu Adam: “Ebu Gazvân” dedi. Resulüllah onun için tam yedi keçi sağdı. O hepsini içti. Resülüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) “Müslüman olmazmısın ey Ebu Gazvan? dedi. Adam. Evet dedi ve Müslüman oldu. Resulüllah adamın göğsünü meshetti. Sabah olunca ona tek koyun sağıldı. Sütünü içti fakat bitiremedi. Peygamberimiz, Ey Ebu Gazvan! içmeye devam et deyince, Ebu Gazvan: Seni Peygamber olarak gönderen Zât’a yemin olsun ki doydum demiştir. Bunun üzerine Peygamberimiz “Dün yedi miden vardı, bu gün ise tek miden var” buyurmuşlardır. Peygamberimiz “İki kişinin yiyeceği üç kişiye, üç kişinin yiyeceği de dört kişiye yeter” buyurarak, Müslümanların obur olmaması gerektiğine işaret etmişlerdir.

Görüldüğü gibi çok yemek ve içmek, kamil bir mü’minin sıfatı değildir. Nitekim Kur’ân-ı Kerim’de bu husus “İnkar edenler (kafirler) dünyada zevklenirler (dünya hayatının zevkini düşünürler) ve hayvanların yediği gibi yerler” (Muhammed 47/12) buyrularak, inanmayanların yaşayışlarına dikkat çekilmektedir. O halde insan midesinin altında kalıp ezilmemeli, yemesini-içmesini disipline edebilen bir irade insanı olmalıdır. Zira Peygamberimiz “Kişinin her iştahını çekeni yemesi israf olarak yeter” buyurmuşlardır.

2. Çok Uyumak (وَمُداَوَمَةُ النَّوْم):


Kur’ân-ı Kerim’de Cenâb-ı Hak “uykunuzu bir dinlenme vesilesi kıldık” (Nebe 78/9) buyurarak, uykunun istirahat olarak nimet olduğuna işaret etmektedir. Ancak uyku yerli yerinde kullanıldığı takdirde nimet olur. Zira hadiste “müdâvemetü’n-nevm” kelimesiyle uykuyu seven ve uykudaki sınırı aşanlar uyarılmıştır.

Nitekim günümüzde yetişkin bir insana günde 5 ila 8 saat uyku yeteceği belirtilmektedir. Hekimler bunun ötesinde bir uykunun insan vücuduna zarar verebileceğini belirtirler. Hatta günde 8 saatten fazla uyuyanların ani ölüm riskleri daha fazla olduğu söylenmektedir. Kaldı ki bu meseleye hekimlerin yanı sıra İmam Gazalî de parmak basmış ve Allah ile irtibat adına çok uykunun sebebiyet verdiği tehlikeler üzerinde durmuştur. Ama ne olursa olsun tıp ilminin verilerine göre günde 5 saat uykunun insan vücuduna yettiği gerçeğinden hareket ederek günlük uykumuzu azamî olarak 5-6 saate düşürmeliyiz.

Kur’an’da muttakilerin vasıfları anlatılırken “geceleri az uyur ve seher vakitlerinde istiğfar ederlerdi” (Zâriyât 51/17-18) şeklinde belirtilmektedir. Sabah ezanındaki “es-salâtü hayrun mine’n-nevm” (namaz uykudan hayırlıdır) tembihi, sabah vaktindeki gaflete işaret etmektedir. Ayrıca sabah vaktinde güneş doğarken uyuyan kimselere de hadiste “sabah uykusu rızka mânidir.” şeklinde bir ikaz yapılmaktadır. Çünkü bu vakit, tesbih, tekbir ve dua ile yeni güne girilme zamanıdır.

Akşam erken yatan kimseler sabah erken kalkarlar, ibadet ve dualarını zinde yaparlar uyuşuk olmazlar. Böylece dinç olarak işlerine gider ve hayatları bereketli olur. Zira Peygamberimiz “Ey Allahım! Ümmetime sabah erkenden yaptıklarını (işlerini) mübarek eyle!” diye dua etmişlerdir. Şu da bir gerçek ki yeme ve içmesini disipline edemeyen, hayatına yön veremeyen kimsenin de erken kalkması ve uykusunu azaltması mümkün değildir.

3. Tembellik (وَاْلكَسَلُ):


Atalet ve tembellik, çalışmanın zıttıdır. Çalışmak ise cehd ve gayret etmek demektir. Cehd de, hem maddi hem de manevi çalışma ve yükselmeyi ifade eder. Bunun için nefse karşı cihad, cihadların en büyüğü kabul edilmiştir. Hadiste “iki günü eşit olan zarardadır” buyrulmuştur. İslâm, “veren el, alan elden üstündür” prensibini getirerek, insanları üretime ve dağıtıma teşvik etmiştir. O halde köşeye çekilip miskin bir şekilde oturmak veya başkalarına yük olmak, İslam’da hoş karşılanmamaktadır.

Peygamberimiz de dualarında tembellikten Allah’a sığınmıştır. Cenâb-ı Hak Kur’ân-ı Kerim’de “(O halde) bir işten boşalınca hemen (başka) bir işe koyul.” (İnşirah, 94/7) buyurmaktadır. Burada da müslümana önemli bir hareket felsefesi ve bir hayat düsturu sunulmaktadır. Demek ki mü’min her zaman hareket halinde olmalıdır. Çalışırken hareket, dinlenirken de hareket.. bir diğer ifadeyle o, mesaisini öyle tanzim etmelidir ki, hayatında hiç boşluğa yer kalmamalıdır. Gerçi insan muktezay-ı beşeriyet olarak dinlenmeye ihtiyacı vardır, ancak böyle bir dinlenme de yine aktif dinlenme şeklinde gerçekleşmelidir. Mesela, dimağı okuma ve yazma ile meşgul olan ve yorulan biri, dinlenirken yan gelip yatabileceği gibi, pekala meşguliyet değiştirerek dinlenebilir. Böylece Kur’ân okuyabilir, namaz kılabilir, kültürfizik yapabilir, musahabe ve mülatefede bulunabilir. Bunlarla yorulduğunda da döner tekrar kitab mütâlâsına başlar. Hasılı, sürekli hareket, sürekli iş çizgisini bir meşgaleyi bırakıp diğerine geçme.. böylece “çalışarak dinlenme, dinlenirken çalışma” metoduyla hareket etme mümince bir davranış olsa gerektir.

İslâm’ın temel felsefesi, varlık âleminin her bir parçasında canlılığın ve hareketin olmasıdır. Bu felsefeye zıt olan hemen her hususa İslâm müdahale etmiştir. Mesela; âtıl olarak bırakılan ve üzerine hiçbir şey ekilip biçilmeyen toprağa, ihyâ etmek şartıyla el koyma hakkı vermiştir. Buna ihyaü’l-mevât denilir. İslam, ticarî hayata sirküle edilmeyip bir kenarda âtıl bırakılan paranın sahibine ciddi ikazda bulunmuş ve sair hikmetlerinin yanı sıra bu atâleti önleyebilecek bir tedbir olarak o parayı da zekâtı verilmesi gerekli olan mallar arasına almıştır. Kur’ân’da fetih sonucu elde edilen malların taksimi ihtiyaç sahiplerine nasıl dağıtılacağı anlatıldıktan sonra “içinizden sadece zenginler arasında dönüp dolaşan bir servet haline gelmesin” (Haşr 59/7) ikazı yapılmaktadır. İslâm, perişan fakirlerin bulunduğu bir yerde çok fazla zenginlerin olmasına da asla razı olmaz. Bununla birlikte İslâm, kişiye çalışıp hem kendi, hem de varsa geçiminden sorumlu olduğu kişilerin geçimini de sağlamasını emreder, dilenmeyi asla tasvip etmez. Elbette insanlar sahip oldukları ekonomik imkanlar ve kabiliyetler açısından aynı seviyede değildir. Bunun için zekat, sadaka, fitre, oruçların fidyesi, yeminlerin kefareti ve adak gibi yollarla serveti toplum içinde mümkün olduğu kadar dağıtır ve toplumun katmanları arasında köprüler kurarak onları birbirine bağlar. Fakat İslam, tembel tembel bir kenarda oturup, âdetâ asalak hayatı yaşamak isteyen insanlara kesinlikle hoşgörüyle bakmaz.

Ancak tevekkül ile tembelliği de birbirinden ayırmamız gerekir. Tevekkül, üzerine düşen vazifeyi yaptıktan sonra neticeyi Allah’tan beklemektir. Tevekkülü en iyi kavrayanlardan biri de Hz. Ömer(r.a)’dir.

Bir defasında Hz. Ömer, hiç çalışmaksızın Medine sokaklarında oturan, başkasından bir şey bekleyerek, karnını doyuran ve kendilerini “mütevekkil” olarak adlandıran bir grup Yemenliler’i görmüştü. Hz. Ömer onların bu halini görünce “siz mütevekkil değil, müteekkilsiniz!. (siz tevekkül eden değil, hazır yiyicilersiniz!)” diyerek onları oradan kovmuştur.

Dolayısıyla tevekkül, İslâm akidesinin bir gereği ve Allah’a samimi iman ve teslimiyetin sonucu olarak ortaya çıkar. Şu halde Allah’a gerçek tevekkül; önce sebeplere tevessül, sonra neticeyi Allah’dan beklemedir. Demek ki tevekkül, tembellik değil, imandan kaynaklanan bir duygudur. Nitekim, “iman teslimiyeti, teslimiyet tevekkülü, tevekkül ise dünya ve ahiret saadetini getirir” düsturu, tevekkül ile tembellik farkını ortaya koymaktadır.

4. Yakîn Zayıflığı (وَضَعْفُ الْيَقِينِ):


Kur’ân-ı Kerim’de “kesin olan bilgi” anlamına gelen “yakîn” kelimesi, “ölüm” ve “Allah’ın vaad ettiği, gerçekleşmesi kesin olan şey” manalarında kullanılmaktadır.

Nitekim “ölüm sana gelip çatıncaya kadar Rabbine ibadete devam et” (Hicr 15/99) ayetinde “yakîn” kelimesi, “ölüm” anlamına gelmektedir. Peygamberimiz “Allah’a yemin olsun ki benim bildiğimi siz bilseydiniz az güler, çok ağlardınız.” buyurmuşlardır. Zira o, ölüm ahvalini ve ölümden sonraki tüm hâdiseleri yakînen biliyordu. Bunun için ümmetini ikaz etmiş, geçici dünya nimetleri karşısında ahireti unutmamaları için “lezzetleri yok eden ölümü, devamlı hatırlayın!” şeklinde tembihte bulunmuşlardır.

Bir başka rivayette ise “Şayet ölüm hakkında insanoğlunun bildiğini (yakînî ilim olarak) hayvanât bilmiş olsaydı, onlardan semiz et yiyemezdiniz” şeklinde haber verilerek, hayvanların şuuru olsaydı ölüm korkusundan dolayı beslenemeyip zayıf kalacakları anlatılmaktadır.

Kur’ân-ı Kerim’de Cenâb-ı Hak, kişinin ilme’l-yakîn ve ayne’l-yakîn olarak ölüm ve cehennem ateşini bileceğini haber vermektedir. (Tekasür 102/3-8) İnsanların ölümü bilişleri ise üç yakînî mertebede olacağı belirtilir: Birincisi, ilme’l-yakîn; her aklı olan kişi ölenleri görünce, kıyas yoluyla kendinin de öleceğini bilmesi. İkincisi, ayne’l-yakîn; kişi ölüme çok yaklaştığında yani sekaratü’l-mevt anında melekleri açıkça görmesi. Üçüncüsü, hakka’l-yakîn; kişinin tam ölüm anındaki acıları hissetme şeklindeki olaydır.

Yine Kur’ân-ı Kerim’de yakîn ilmine şöyle bir temsil getirilir: “İbrâhim “Rabbim! Ölüleri nasıl diriltiyorsun, bana göster!” deyince, Rabbi “Yoksa inanmıyor musun?” demişti. O “Hayır inanıyorum, fakat kalbim tam kanaat getirsin diye” cevabını verdi. Rabbi “Kuşlardan dört tane al, onları kendine alıştır, sonra parçalayıp her bir tepeye onlardan bir parça bırak, sonra onları çağır. Koşarak sana gelecekler ve şunu bil ki, Allah hep galiptir ve hikmet sahibidir” buyurdu. (Bakara 2/260)

Yaparak, yaşayarak, deneyerek kesin bilgiye ulaşmaya “hakka’l-yakîn” denir. Hz. İbrâhim’in öldürüp parçaladığı, sonra çağırınca dirilip gelen kuşlar hâdisesi de hakka’l-yakîn yoluyla kesin bilgiye ve inanca ulaşmanın bir örneğini teşkil eder. Zira Hz. İbrâhim’in sorusunun şüpheden kaynaklanmadığını bilakis “liyetmainne kalbî” “Kalbim tam kanaat getirsin!” şekliyle ifade edilmiştir. İtminân kelimesi, “maddî olarak hareketin durması, hareket halindeki bir şeyin sakinleşmesi” demektir. Buradan hareketle zihnin ve vicdanın sakinleşmesine, şüphe, heyecan, tereddüt ve ıztırabın son bulmasına da itminân denilmektedir. Şu halde sağlam haber, düşünce ve gözlem yollarıyla elde edilen bilgiler ve bunlara dayanan inançlar da yakîn, kesin bilgidir.

Abdullah b. Mesud (r.a) “yakîn, imanın tümüdür” derken, Muaz b. Cebel (r.a) ise arkadaşlarına “Bizimle otur da bir müddet iman edelim (imanımızı kuvvetlendirelim)” diye davette bulunurmuş. Demek ki o, imanı kuvvetlendirmenin, Allah’ı zikir yani Kur’an ve sünnet çerçevesinde imanî konularda sohbet olarak anlamaktadır.

Nitekim Kur’an’da imanın kuvvetlenmesi de şöyle anlatılmaktadır. “Mü’minler o kimselerdir ki, Allah’ın adı geçtiğinde yürekleri titrer, kendilerine Allah’ın ayetleri okunduğunda bu onların imanlarını arttırır. Onlar sadece Rab’lerine tevekkül ederler.” (Enfâl 8/2) O halde kamil mü’minler Allah’ın âyetleri okundukça hem yeni bilgiler edinir ve bunlara da iman etmek suretiyle inançlarını nicelik (kemiyet) yönünden arttırırlar. Ayrıca her bir âyet, ihtiva ettiği incelik, güzellik, hikmet ve bilgiler sebebiyle Kur’ân’ın Allah’dan geldiğine delil teşkil ettiği için nitelik (keyfiyet) yönünden de imanlarını güçlendirirler.

Görüldüğü üzere yakîn ilmi; ilme’l-yakîn, ayne’l-yakîn ve hakka’l-yakîn olmak üzere üç mertebeye ayrılmaktadır. Buna göre bir insan inandığı hakikatleri ilme dayandırarak yorumlayamıyorsa onun yakîni zayıf demektir. Yani insan Allah’a, peygamberlere, kitaplara, haşre ve imanın sair unsurlarına olan inancını ilimle besleyememiş ise, bu insanın yakîni zayıftır. Çünkü yakînin başlangıcı ilimdir.

Mesela; şu karşımızda kâinat kitabını bir ressam, sanatsal zevki olan bir sanatkâr veya ekoloji ilmine vâkıf bir ilim adamı tetkik ederek, bundan Allah’ın kelâm sıfatını okuyarak Kur’ân ile kâinat arasında köprüler kurabilirse, yakînin ilk mertebesi olarak ilme’l-yakîn hâsıl olmuş demektir.

Mesela; bir insan ağaçların yapraklarına bakar, onlardaki canlılığı, insana anlatmak istediği mânâyı özümsemeye çalışır, onların ifrâz ettikleri karbondioksite bakar, gece-gündüz değişimlerine dikkat eder, bitkilerle insanlar arasındaki uyuma göz gezdirir, ihtimal hesaplarını nazara alarak bu hâdiselerin rastlantı olabilme durumlarını araştırır. İnsan bu ve buna benzer incelemeler sonucu almış olduğu bilgiyle marifet penceresini açar. İşte bu seviye ilme’l-yakîn’in bir tezahürüdür. Marifetullahın asgarî seviyesine ulaşmış bir insan azamî zühd, azamî takva, azamî ihlas ve azamî velayeti hedef edinerek yoluna devam ettiği müddetçe gerçek marifetin mutluluğuna mazhar olur.

Ayne’l-yakîn ise; eşyanın çehresinde Allah’ın tecelli edişinin görüldüğü bir mertebedir. Bu mertebede insan, çiçeklerin açmasında, ağaçların semalara doğru dal salmasında, kuşların cıvıldamasında, suların şırıl şırıl akmasında… hâsılı her şeyde sürekli O’nu arar. Zira her varlığın arkasında vicdanıyla Rabbini müşahede edecek kadar his dünyası inkişaf etmiştir. Tasavvufî ifadesiyle “seyr ilallah”a ulaşmıştır. Bu makamda her şeyi ayrı bir zevk, ayrı bir neşe halinde duyuyor ve yaşıyordur.

Hakka’l-yakîn de; o bütün bütün Allah’da fani olma, O’nun bekâsıyla bekâya erme demektir. Tasavvufî ifadesiyle bu fenafillah-bekabillah makamıdır. Kısaca bu mertebe eşyanın ancak O’nun varlığıyla kâim olduğu hakikatinin bütün mertebeleriyle sezildiği ve yaşandığı en yüksek makamdır.

Sonuç


Maddi anlamda sağlığımıza nasıl önem veriyorsak, manevi yönden de kalbimizi ve ruhumuzu sürekli beslememiz icap eder. Zira hayatımızda boşluğa asla meydan vermeden, zamanımızı çok iyi değerlendirerek dua ve tevekkülle meyelân-ı hayrı güçlendirmeliyiz. Ayrıca istiğfar ve tevbe ile de meyelân-ı şerrin kökünü kesmemiz gerekir. Böylece günahlarımız karşısında sürekli tir tir titremeli ve devamlı sevap iştiyakıyla manevi hayatımızı güçlendirmeliyiz.

Nitekim çok yiyen bir insan kendini uykuya verir veya gaflete dalar. Gaflette ise helal ve haram kavramı yoktur. Demek ki çok yiyen, çok uyuyan insanlar bir anlamda tembelleşerek âdetâ ruhsuz et yığını haline gelirler. Bunun için tasavvuftaki “kıllet-i taam, kıllet-i menâm, kıllet-i kelâm, uzlet ani’l-enâm” (az yeme, az uyuma, az konuşma ve uzlet=harama girme korkusundan insanlardan uzaklaşma) şeklinde formüle edilen hususlara mü’min uyduğu takdirde, manevi dünyasını güçlendirir ve hayatını bereketlendirebilir.

Mü’minin sükûtu tefekkür, konuşması da hikmet olmalıdır. Mü’minin konuşması Rabb’in rızasına matuf bir şekilde Kur’ân veya sünnet çerçevesinde olur. Bu sebeple hakiki mü’min İslâm’ın ruhuyla telifi imkânsız olan hoş vakit geçirelim düşüncesiyle hiçbir yerde oturmaz, boş konuşmaz ve gayesiz dostluk kurmaz. O, konuşurken gözleri eşyanın perde arkasına kapalı olanların gözlerini açmak için konuşur. Etrafındakileri insanlığın zirve noktalarına çıkartmak için onlarla beraber olur. Aksi halde hem israf-ı kelâm hem de israf-ı zaman yapmış olur.

Ancak günümüzde bazı insanlara hak ve hakikati anlatabilmek için önce onlarla diyalog yollarının araştırılması, anlatılacak hususların hüsn-ü kabul görmesi için samimiyetin ilerletilmesi, arada emniyet ve güvenin sağlanması, tarafların birbirlerini daha iyi tanıması için fuzûlî gibi gözüken oturup-kalkmalar, sohbetler hatta yeme ve içmeler hizmet niyetiyle olduğu takdirde israf-ı zaman değildir.

Fakat Allah’ı tanıtma gibi ulvî bir gayeye matuf yeme ve içmeler, oturup-kalkmalar mazur görülse de, bu gayenin gözetilmediği bir araya gelmeler, malayanî konuşmalar ve yemeler takva açısından şüphe taşımaktadır. Mü’min ise şüpheli şeylerden uzak durmalıdır. O halde mü’min şişmanlık, çok uyku, tembellik ve marifet eksikliği olan gaflet ile bunlara sebebiyet verebilecek her türlü şüpheli işlerden devamlı kaçınmalıdır.

M. Selim Arık / Yeni Ümit Dergisi
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...